2 Ekim 2015 Cuma

Moda Sınır Tanımıyor!!!

Bu ara yaptığım işten dolayı moda defilelerine küçük küçük de olsa maruz kalıyorum. Maruz kalmanın haricinde de sosyal medya hesaplarından, dergilerden takip ediyorum. Bu ara gözüme çarpan ilk şey New York Moda Haftasında Givenchy’nin 10. Yılını tanıttığı 2016 İlkbahar/Yaz defilesi oldu. Maskulen ve feminenliği aynı anda tek koleksiyonda birleştirmeyi başaran Tisci’nin* defile için seçtiği yüz aksesuarları oldukça çarpıcı geldi bana. Hoş şu an abartılı ve saçma gelen bu durum, yakında modaya dönüşüp, herkes tarafından uygulanırsa şaşırmam o da ayrı tabi de.
Bir de yine dikkatimi çeken başka bir zihni fikir defile ise Rick Owens markasının, sırt çantaları için yaptığı gösteriydi. Evet bence istediği farkındalığı yarattı, ben markayı cidden bilmiyordum, dergide görmemle birlikte yuh bu ne oldum ve markayı araştırdım. Şu durumda istedikleri etkiyi yaratmış oldular da, arkadaşım bu nasıl bir mantıktır, nasıl bir öz güvendir. Cidden şu modanın ucu bucağı yok.


Bu arada Rick Owens’ın defilesi de Paris Moda Haftasında gerçekleşmiş. Ne işimize yarayacak bilmiyorum ama ek bilgi olsun diye yazdım J




                                                                   Modaya akıl erdiremeyen ben...

*Riccardo Tisci (d. 8 Ağustos 1974), İtalyan bir moda tasarımcısı. İtalya'da öğrenim gördü ve 1999'da Londra'daki Central Saint Martins'e gitti. 2005'te Givenchy'nin kadın giyimi ve haute couture bölümlerinin yaratıcı yönetmeni oldu. Mayıs 2008'de ise erkek giyimi ve aksesuar bölümlerinin tasarımcısı oldu.








28 Eylül 2015 Pazartesi

Nişantaşı'nda Bir İzmirli ;)

İtiraf etmem gerekirse ben ışıl ışıl, geniş sokaklı, yakışıklı erkek ve güzel kadınlarla dolu, adım başı alışveriş merkezlerinin yer aldığı, insanların yavaş yavaş, bakına bakına, konuşa, eğlene dolaştığı bir yer sanıyordum Nişantaşı'nı.

Ama tam anlamıyla hayal kırıklığına uğradım. Alelade, gayet sade, City’s Nişantaşı diye bir tane alışveriş merkezi bulunan, insanların bir yerlere yetişme çabasıyla hızlı ve suratsız şekilde koşturduğu bir yer Nişantaşı. Bari araba geçmeseydi ya dedim gördüğümde İzmir'le İstanbul'u yarıştırmak için söylemiyorum ama İzmir'in Gül Sokağı, Nişantaşı'na bin çeker.

Ama geceleri elbette farklı oluyor. Aslında komple İstanbul geceleri farklı oluyor. Daha ışıl ışıl, insanların aciliyeti bitiyor, daha rahat ve günün stresini atmak için daha eğlenceli görünüyorlar, güzel yüzünü gösteriyor geceleri İstanbul.

Köprüsünün ışıl ışıllığıyla, kız kulesinin göz kırpmasıyla, galata kulesinin güvenli duruşuyla, Beyoğlu’nun yaramaz çocuk imajıyla, Nişantaşı’nın kendine güvenen kadın kahkahalarıyla geceleri güzel İstanbul.

Nişantaşı’nın ara sokaklarında şaraplarını yudumlayan çiftler, müzik seslerinin son ses ortama yayıldığı mekanların kapısında sigara içip, muhabbet eden arkadaş grupları. Etrafta ünlü avına çıkmış magazinciler, magazincilere kendini yakalatmış imajı vermek için mimikleri görünmeyecek ölçüsüzlükte makyaj yapıp, en güzel kıyafetlerini giyip ortalıkta dolanan ünlüler.

Çok garip bir büyüsü var Nişantaşı’nın. Herkes özgür, herkes yapay, herkes küçük dağları ben yarattım havasında…


Ama yine de güzel işte, özellikle geceleri J

                                                             İstanbul'un gecesine aşık olan ben...

20 Mart 2015 Cuma

UMUTSUZLUK ÇIKMAZI...


  
Hepimiz belli başlı kabuslar görürüz. Yaşımız ilerledikçe kabuslarımız da değişir, farklı bir hal alır ama hissiyat hep aynıdır. Çaresizlik hissi…
Benim küçük yaşlarda en sık gördüğüm kabus; karanlık ve ıssız bir sokaktayım ve evimi arıyorum. Kaybolmuşum, koşuyorum, bağırıyorum ama sesim çıkmıyor, tam yaklaştım sanıyorum, oysa tam da başladığım yerdeyim. Aynı sokaktan defalarca geçiyorum, tanıdık bir yüz arıyorum ama insanların yüzlerini karartı olarak görüyorum. Labirent gibi sokaklar, ses yok uğultu var sanki…
Rüya olduğunu anlıyorum, kendimi uyandırmaya çalışıyorum, gözlerimi kırpıştırdığımı hissediyorum. Sonunda kan ter içinde uyanıyorum. Etrafıma bakınıyorum ve sonra kocaman bir ohhhhh çekiyorum. Rüyanın etkisinden kurtulmak için su içiyorum.
İşte bu yukarıda bahsettiğim şeyi ben şu an gerçek hayatta (ki şayet gerçek hayatsa) yaşıyorum ve uyanamıyorum. Hala o karanlık, ıssız, labirent gibi olan sokaklarda koşuyorum. Yolumu, evimi bulmaya çalışıyorum. Sesimi birilerine duyurmaya çalışıyorum, sanki çığlığım içime kaçıyor gibi… Bir ara kalabalık bir sokağa giriyorum, çevremde hızlı hızlı bir yerlere yetişmeye çalışan insan kalabalığı var, yardım istemek istiyorum, gözlerine bakıp haykırmak istiyorum ama yüzlerinde karartıdan başka bir şey görmüyorum. Beni dikkate bile almayıp, hızla yollarına devam ediyorlar.
Bir ara pes edip, yere oturup, bacaklarımı kıvırıp, kendime doğru çekip, kafamı da gömüp hiçbir şey yapmadan oturmak istiyorum. Sonra pes etme, koş diyorum kendime, bir ışık, tanıdık bir yüz elbet karşına çıkacak ve seni evine götürecek diyorum.
NAFİLE, çıkmıyor ve ben umutsuzluk çıkmazında boğulmaya devam ediyorum…


                                                                                                Kaybolan ben...

19 Şubat 2013 Salı

Reklam Ajansında En Nefret Edilen Mesleğe Sahibim :(

Acaba bizim meslek kadar nefret edilen bir meslek var mıdır? Elbette ki vardır da ne bileyim, malum algıda seçicilik diye bir durum söz konusu.

O kadar sevecen, gülümseyen, pozitiflik saçan, enerjik bir kişiliğe sahibim ama ajansta herkes iş söz konusu olunca nefret ediyor benden. Bunun sebebi de onlara iş veriyor olmam ve verdiğim her işin ACİL olması. Hatta bu yüzden ben ömür boyu sevilmeyecekmişim, bunu bire bir kendi ağızlarından söylediler. Ne acı dimi???

Oysa gelen bana vuruyor, giden bana vuruyor. Müşteri iş veriyorsa, her dakika revizyon döndürüyorsa, son dakika baskıya iş istiyorsa benim suçum mu :'(

Hayır her şeyi geçtim, bir de hem müşteriden, hem de creative ekipten azar işittiğim ile, itilip kakıldığımla kalıyorum. Oysa ben de isterim, hiç revizyonun dönmediği, her işin direk onaylandığı, herkesin saat 18:00 dedi mi ajanstan çıktığı ve her günün happy hours olarak geçtiği bir ajansı.

Şu altı aylık stajyerlik sürecimde şunu anladım ki, bizim iş mazoşist işiymiş arkadaş. Eğer acı çekmeyi, stresle birlikle yaşamayı, itilip kakılmayı, bir de üstüne üstlük belli bir dönem ki bu dönem bayaaaaa uzun bir dönem, bedava çalışmayı göze alabiliyorsan, buyur gel cehennem seni bekliyor :)

İşin de garip yanı sanırım ben de o mazoşistlerden biriyim, çünkü İzmir gibi güzel bir şehri, ailemi, sevdiğim adamı, arkadaşlarımı bırakıp, bavulumu alıp, beş parasız, yurt köşelerinde sürünüp, bu işi yapmaya çalışıyorsam. Sanırım aklımdan zorum var ve aklı başında olan insan da zaten bu mesleği yapmaz.


                                                                Mazoşist Olan Ben...

23 Ocak 2013 Çarşamba

VAKİT BU VAKİTTİR ARTIK :)

Artık vakti geldi arkadaşlarım :) Ben de artık bir reklamcıyım diyebilirim sanki en azından resmi aday adayıyım.

Sonuçta yarım sene oldu, tamam bizim sektör için bu süre ciddiye bile alınacak boyutta değil ama yaptıklarımı ve aldığım sorumlulukları görseniz ağlarsınız halime.

Bu süreç içerisinde de şunu anladım ki, çok özür dileyerek söylüyorum, bizim sektör göt sektör!!!

Bunun sebebini size ayrıntılarıyla geçtiğimiz zaman dilimlerinde açıklayacağım. Ama ilk olarak şunu belirtmeliyim ki, bu meslek ile ilgili herkesin bir fikri var ve ne hikmetse çok kolay ve eğlenceli bir meslek olarak görülüyor.
İşin özü ise hiç de öyle uzaktan bakıldığı gibi bir kolaylık yok ortada ve hatta eğer sevmiyorsan bu mesleği üzgünüm ama ihtimali yok yapamazsın. Sana bu kadar zulüm çektirilirken senin sevmeden bu mesleği kaldırmanın mümkünatı yok!!!

Eğer bir de benim gibi müşteri temsilcisiyseniz tam anlamıyla sıçtınız demektir. Sen ne reklamcı olarak sayılıyorsun, ne de müşteri orta yerde kalmış bir aracısın sadece ve gelen sana vuruyor, giden sana vuruyor.

Devamı birazdan...

                                                                      Sınırlarını zorlamak isteyen ben...

25 Kasım 2012 Pazar

HAYAL DÜNYASI :))

Kendime kızıyorum çoğu zaman bu kadar hayalperest olduğum için ama biraz düşününce biz 'Çılgın Bediş' izleyerek büyüdük ya :)) neyin kafasını yaşıyorum ki ben :)

Elbette 24 yaşıma da gelsem, 54 yaşıma da gelsem ben hala hayaller kurmaya devam edeceğim.

Hatta tek vazgeçilmez hayalim olan ve son 3 ay'a kadar düşünürken büyük keyif aldığım hayalim; FBI ajanı olmak :))) Biliyorum çoğu kişiye saçma gelir hee hee der geçer ama ben eminim ki onların da içinde yaşattığı tonca hayali vardır.

Son 3 ay'a kadar dedim, çünkü iş hayatına girdiğimden beri hayal kuramaz oldum, yorgunluktan mıdır, günün çok stresli geçişi yüzünden akşam bir hata yaptım mı gün boyunca diye düşünmem yüzünden midir bilmiyorum ama artık eski beni kaybediyorum ve bu beni çok üzüyor.

Umarım en kısa zamanda iş hayatının şu gerzek stresine alışır ve normal ben halime geri dönerim.

                                                                       Çılgın Bediş'le Büyüyen Ben...

13 Ağustos 2012 Pazartesi

İSTER İNAN, İSTER İNANMA!!!

Siz ister inanın, ister inanmayın ama olumlu düşününce olumlu oluyor ;)

O yüzden her canınız sıkıldığında olumlu düşünmek için kendinize savaş açın. Şahsen ben katlanamıyorummmm negatif insanlara, ruhum daralıyor, azıcık enerjim var onu da onlar emiyor.

Arkadaşım biraz sonra aşağıda size yazdığım yazının linkini atmıştı bana, bende sizin ile paylaşmak istedim. Ben çıktısını aldım duvarıma astım, siz ister okuyun, ister asın, ister umursamayın :D Ama benden size tavsiye her ne olursa olsun OLUMLU DÜŞÜNÜN!!!

                   Hint Felsefesinin 4 altın kuralı
O kadar stres yüklüyüz ki bazen nefes almayı dahi unutuyoruz. Kafamızda dolaşan bin bir türlü tilki yüzünden, bırakın gülmeyi, gülümseyemiyoruz bile!
Ben bu hafta, olaylara farklı bir pencereden bakalım ve vicdan muhasebemizi yaparak içimizi bir nebze olsun temizleyelim istiyorum. Yani özetle; bu hafta bu köşede olağanüstü detoks (Gün, geçmişin zararlı toksinlerinden kurtulma günü) ilan ediyorum!
Yazın gelmesine yakın, bütün ülkelerin diyetleri tek tek denenir ya hani, ben de bu hafta, stresten arınmak ve özellikle de geçmişin gölgesinden kurtulmak için Hint Felsefesinin 4 altın kuralını beğeninize sunuyorum…
İşte o 4 altın kural:
KURAL 1: "Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır; ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.
Etrafımızdaki kişileri düşünelim… Neden hayatımızdalar?
Bizi bırakıp giden kişileri ya da bırakıp gittiklerimizi düşülenim bir de… Neden gittiler ya da neden gittik?
Hepimizin hayatında, tanıdığımıza tanıştığımıza pişman olduklarımız vardır mutlaka: Bizi üzen, isimleri her geçtiğinde öfkelenmemize sebep olan, yine de bazen garip bir şekilde özlem duyduklarımız…
“Her şeye rağmen” onları tanıdığımız için şükretmeliyiz. Niye mi? Çünkü hayattan öğrendiğimiz çoğu şeyi onlar sayesinde öğreniriz. Bazen de hedeflerimizi ve planlarımızı değiştiririz sayelerinde... Hani bir söz vardır: Kötü ev sahibi, insanı mal sahibi yapar. Tam da o hesap işte.
KURAL 2: "Yaşanmış olan her ne ise sadece yaşanabilecek olandır. Hiçbir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. 'Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı' gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir."
Geriye dönük pişmanlıklar ve keşkeler… İçimizi kemiren ve asla telafisi olmayan şeylerdir. Gereksiz yere, “acaba”larla dolu düşüncülerle geriye dönemeyeceğimizi bile bile içimizi kemiririz. Böylece dünümüz için, maalesef bugünümüzü de feda ederiz ve hayatımızı daha çok ıskalarız.
2. Kural, aslında bizdeki “kaderciliği” de tarif ediyor biraz, ne dersiniz? Yaşadığımız her şeyin hakkımızda “en hayırlısı” olduğuna inandığımız sürece, pişmanlıklarımız bir zaman sonra yerini “iyi ki” ile başlayan cümlelere bırakabiliyor. Yeter ki bizler sabretmeyi bilelim…
KURAL 3: " İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda başlar, ne erken ne de geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.
Anahtar kelimelerimiz: Sabır, doğru zaman ve inanmak…
KURAL 4: "Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir."
Tam da bizdeki “Allah bir kapıyı kapatırsa, ötekini açar.” durumu…
Bazı durumlarda sebat etmek öyle kolay olmayabiliyor; ama yine de insan buna odaklanmalı, geçmişse saplanıp kalmamalı, gelecek güzelliklere yer açmalı, bütün enerjisini gelecek olanı güzel karşılamak üzerine harcamalı. Zor olsa da yapmalı bunu!
Aslına bakarsanız, kuralların çoğu bildiğimiz, aşina olduğumuz öğretiler. Ama biz toplum olarak, ismi farklı gelen şeyleri çok daha kolay benimsediğimiz için Hint Felsefesi üzerinden yola çıkmayı uygun buldum. Tıpkı İsveç diyetinin, olası bir Türk diyetinden daha çok rağbet göreceği gibi…
Her neyse, şimdi geçmişe “hoşça kal” diyip gelecek bütün güzellikleri kucaklayıp “merhaba” deme zamanı!
Gülümseyin ve öylece kalın…

Yazan cidden güzel yazmış, ellerine, kollarına, beynine sağlık :)

                                                                         Her şeye rağmen olumlu düşünen ben...